Osman Kamacı

Osman Kamacı

Mail: osmankamaci@hotmail.com

Bize Neler Oluyor?

Son yıllardaaile içi şiddet ile ilgili o kadar çok olaya şahit oluyoruz ki,toplum olarak nasılbu kadar acımasız ve hoşgörü kültüründen yoksun hale geldiğimizi sorgular hale geldik. Çocuğa şiddet, kadına şiddet, anneye şiddet, babaya şiddet, say say bitmiyor.  75 yaşında olan Aysel Hanım bu örneklerden sadece bir tanesi. Aynı çatı altında yaşadığı aile fertleri tarafından psikolojik ve fiziki şiddete nasıl maruz kaldığının çaresizliğini haykırıyordu.

- Merhaba oğlum, nasılsın?

- Merhaba Aysel Hanım, çok teşekkür ederim,siz nasılsınız?

- Eh işte, nasıl olayım, başımdan dert eksik olmuyor ki…

- Hayırdır Aysel Hanım, canınızı sıkan bir sorun mu var?

- Müsait misin,oturabilir miyim?

Hiç tereddüt etmedenayağa fırladım ve bir sandalye çekerek oturmasını rica ettim.

Aysel Hanım 75 yaşların sonlarında, sarı saçlı, çok makyajlı ve uzun kırmızı tırnakları olan alımlı bir hanım. Biraz kilosorunu olsa da,  kendisiyle barışık vegenç bir kız kadar bakımlı. Eşi vefatedeli on beş yıl olmuş.  Eşinin ani ölümü onun için çaresizlik gibi berbatbir duygu olmuş olsa da, asla hayata küsmemiş ve dimdik ayakta kalmayı başararak oğluyla yola devam etmiş. Yalnız geçirdiği yıllar ona hiç masum davranmamış, tansiyon, şeker ve kalpte ritim bozukluğugibi hayati önemedebirçok sağlık sorunlarınıberaberinde getirmiş. Nükseden bu sağlık sorunlarını kontrol altında tutabilmek için Doktorların önerdiği her ilacı çantasında taşımak zorunda kalarak, kullanmayı ihmal etmemiş. Eşinin ölümünden birkaç yıl sonraüniversiteyi bitirerek bir şirketin bilgi işlem bölümünde çalışan oğlu Hakanonun için yaşamın kıyısında tutunduğu bir dal, bir umut ışığıolmuş. Elinden geldiğinceona babasının yokluğunu hissettirmemeye çalışarak, özgüven duygusunu pozitif bandında tutmaya çalışmış.Kısacası her anı onunla gülmüş, onunla ağlamış. O zamanlar 21 yaşında olan Hakanda annesineson derece düşkün, her sorununda yanı başında olan hassas, çevresine karşı son derece duyarlıve yüreği sevgidolu bir delikanlıdır. Aradan yıllar geçiyor veHakan aynı işyerindeçalışan Emel adında bir kızla tanışır.Zamanla birbirlerini çok sever ve gelecek için pembe hayaller kurmaya başlarlar. Nihayet kısasürede başlayan ilişkileri onları daha ciddi kararlar almanın eşiğine getirir.Önce aileler tanışır ve daha sonra atılması gereken adımlar atılır.Ailelerin ilişkilerini onaylayarak desteklemesiyle,gençler kendilerininikâh memurunun karşısında bulurlar. Nikâh masasındaki huzurluve heyecanlı duruşları Aysel hanımın mutluluğuna mutluluk katar.Nasıl olmasın ki, gözünden sakındığıbiricik oğlu ile melekleri kıskandıracak kadar güzel gelin adayı Emel’innikâh masasında oluşturduğumutlu tabloya tanık olmanın buruk gururunu yaşayamamak mümkün olabilir miydi? Aysel Hanımbabasının da bu mutlu gününde yanlarında olmasını çok ama çok istemiş. Güzel karelerin ortaya çıktığı o anlardatüm hassasiyetini yitirmiş, daha kırılgan bir duygusallığa teslim olarak gözyaşlarına hâkim olamamış. Böylece ortamın yarattığı mutlulukhüznüne yenik düşerekdalga dalgagelen ağlama nöbetlerini engelleyememiş.Gizlemeyi başaramadığı gözyaşları mutluluk belirtisi gibi algılansa da, düşen her damla can evine düşen bir kor parçası gibi tahripkâr olmuş. Bir yanda buruk mutluluğun kıyısında sendelerken, diğer yandakucağına alacağı torunlarının hayalini kurarak avunmanın yoluna savrulmuş.Bir anne için evladının çocuklarını (torunlarını)kucaklamak ve koklamak kadar daha masumane bir duygu olabilir mi?Ailelerinin devamını sürdürecek yeni kuşakların hayatlarına girmesi, her anne ve babanın ortak arzusu değilmidir?İşte Aysel Hanımda o nikâh salonunda kendini böyle bir arzu ve ruh hali içinde bulmuştu.

Geriye doğru çektiğim sandalyeyi eliyle kavradı ve kolunda taşıdığı şık çantasını bir başka sandalyeye koyarak, üzerindeki ağırlıktan kurtulmak istercesine kendini bir anda boşluğa bıraktı. Yanındaki sandalyeye bıraktığı çantasından kanatları bulutların istilasına uğramış yumuşak bir gökyüzünü andıran pastel mavisiyelpazesini çıkardı ve yüzüne doğru ileri geri sallayarakserinlemeye çalıştı. Anlaşılan o ki, uzun zamandır bunaltıcı havanın hüküm sürdüğü caddede yürümüş olmalıydı. Hava sıcaktı. Tepeden dik inen ışınlar öyle etkiliydi ki, deyim yerindeyse ensede boza pişiriyordu. Çok yorgun olduğu bir görüntüsü vardı. Öyle ki teninin dışına oluk oluk sızan terlerden bunu anlamak mümkündü. Oturduğumuz mekânın serin ortamını kendisi için daha oturabilir hale getirmek için yelpazesini şiddetle yüzüne doğru sallamaya devam ediyordu. Birkaç dakika sonrasında amacına ulaşmış olmalı ki yüzüne daha dingin bir rahatlama yansımıştı. Derin bir iç çekerekyelpazesini özenle katladı veyeniden kırmızı işlemeli çantasına yerleştirdi. Bu sakinleşmiş halini fırsat bilerek bir yerden söze girmem gerektiğine karar veriyorum.

Aysel Hanımbir şey içermişiniz? Dedim. Önümde duran ve daha yeni bitirdiğim boş kahve fincanına bakarak: Bana da bir sade kahve lütfen. Çok geçmeden garson kahvesini Aysel hanımın önüne bıraktı ve yanımızdan uzaklaştı gitti. Karşısında oturmuş, konuşmak için hazırlıklarını tamamlamasını bekliyordum ki, merak içinde boğulduğumu fark ederek konuya girmeye karar verdi. Yüzünde endişe verici bir tedirginlik vardı. Ağlamaktan yorgun düşmüş gözleri buğulu ve bezgindi.İsyan kokan bu çaresiz hali bile saygınlığını gölgelemiyordu. Nemli gözlerinde beliren yorgun bakışlarını hiç esirgemeden üzerime boca etmeye başlamıştı. Ürkütücü bir sessizliğe boğulmuş veellerini masanın kenarında unutmuş gibi, parmakları tedirgin bir ruh haliyle sürekli hareket halindeydi. Belli ki söze nereden giriş yapacağını bir türlü beceremeyen ürkek bir çocuk gibi kafasının içinde uçuşan kelimeleri yakalamaya çalışıyordu. Boğazına bir yumruk oturmuşçasına aralıksız yutkunma gereği duyarken, göğüs kafesi gözle görülür halde düzensiz bir hareketlilikle devinip duruyordu. Devam eden sessizliği bozmak ister bir kararlılıkla zihnindeuçuşan ve kovalamaktan yorgun düştüğü cümlelerin son harfini yakalamış olmanın verdiği bir özgüvenle gözlerime odaklandı ve bedenini saran yakıcı acıları yansıtan sözcükleri dur durak bilmeden sıralamaya başladı.Öyle hızlı bir anlatış şekli vardı ki, bazen kullandığı sözcükleri bazen anlamakta güçlük çekiyordum. Gözlerini masadan ayırmadan hem anlatıyor, hem ağlıyordu. 20 yıldır tanıdığım bu yaşlı kadının ilk defa bu kadar üzgün ve çaresiz olduğuna şahit olmuş olmak beni büyük bir şok dalgasının içine sürüklemişti. İyi kurgulanmış bir filmin fragmanını seyreder gibi anlattıklarını büyük bir hayal kırıklığıyla dinliyordum. Söyledikleri nutkumun tutulmasına neden olmuş ve tam manasıyla bana “Bu kadar da olmaz ki, yok artık,,  dedirtmişi. Evet, Aysel hanın artık evinde istenmeyen yaşlı bir kadındı. Her türlü zorluğa göğüs gererek hem annelik hem babalık görevini üstlendiği oğlu ile gelini tarafındanözgürlükleri kısıtlandığı, evlerinde rahat edemedikleri gerekçesiyle kapının önüne konmuştu. Aksaray da ikamet eden bir ablası olduğunu ve ona gitmekte başka bir çaresinin kalmamış olduğunu duymak yürek yakıcıydı.

Aksaray da bir ablam yaşıyor. Oğlumun evinde bir iki giysim var. Onları taşımama yardımcı olacak biri gerekiyor. Ayrıca, bir de otobüs bileti. Filmin koptuğu yer “otobüs bileti,, cümlesindeydi.

Merak etmeyin Aysel Hanım, hem eşyalarınız hem de otobüs biletinizi çözeriz. Dedim ve gerekenleri yaparak Aysel hanımı bir enkaz halinde Aksaray’a, ablasına uğurladık. Çocuklarımız nasıl bu kadar duygu yoksunu ve acımasız oldular. Sevgi ve saygı dili nasıl yerini kin, nefret ve hatta şiddet eylemlerine bırakabiliyor? Bunu anlamak mümkün değil.

 Ne olursa olsun… Bizim aile kültürümüzde anne ve babanın yeri her zaman ocağımızın başköşesidir. Yozlaşmış, hoşgörü kültüründen yoksun ve egoist tercihlerden dolayı, Aysel Hanım ve Ahmet Beyinhikâyeleri bu toplumda artık yaşanmamalıdır.

Facebook Yorum

Yorum Yazın