Osman Kamacı

Osman Kamacı

Mail: osmankamaci@hotmail.com

Duvarın Dibinde Unutulan Bir Çocuk

Toplum olarak farkındalık duygusundan o kadar uzaklaşmış, yüreğimiz o kadar katılaşmış ki, sokakta yaşayan insanların sefil yaşamlarına kayıtsız kalıyor, bir kedi kadar değer vermiyoruz. Geçen hafta sonu insan kalabalığının hiç eksik olmadığı ünlü bir cadde de tanık olduğum bir olay hoşgörü ve insani duyularımızın ne kadar köreldiğini bir daha gördüm.

Bir kaç mendil ve su şişelerinin içinde bulunduğu buruşuk naylon poşetle duvarın dibine çökmüş, yanından geçenlere aldırmadan hisli ve içten ağlıyordu. Üzerinde yırtık haki renk bir pantolonu, kenarları açılmış kirli ayakkabısı ve her iki kolunun yarısına kadar lime lime kazağıyla adeta yazgısına isyan ediyordu. Biraz uzağında durdum ve duygu sömürüsü yaparak insanları etkilemeye mi çalışıyor diye takip etmeye başladım. Bir yandan onu gözlemlerken, diğer yandan da hiçbir şeye aldırmadan yanından gelip geçen insanların duyarsız ve '' bana neci,,  tavırlarına yoğunlaştım. Kısa süre içinde kiminin iğretiyle dönüp baktığı ve kimininse bakmaya bile tenezzül etmediği onlarca kişinin insani değerlerden nasıl uzaklaştığına tanık oldum. Bir kişi, evet bir kişi bile dönüp bu çocuğun derdi nedir ve neden bu soğuk havada duvarın dibine süklüm püklüm kıvrılmış, salya sümük ağlıyor, merek etmedi. Toplum olarak nasıl bu kadar duyarsız ve geleneksel hoşgörü kültürümüzden uzaklaştık inanılır gibi değil. Hani komşumuz aç iken biz tok yatamazdık, hani yaratılanı yaratandan dolayı seven bir gelenekten geliyorduk. Ağaçta mahsur kalan bir kedi veya bir kuş için polis, Belediye, itfaiye gibi akla gelen her türlü arama kurtarma birimlerini alarma geçirerek seferber olan ve yine sözüm ona hayvan sever kesilerek ortalığı ayağa kaldıranlar acaba neden aynı tepkiyi bir çocuğun çığlığında ortaya koyamıyorlar.

Bu dramatik manzaraya daha fazla tahammül edemedim ve ağlamaya devam eden çocuğun yanındaki kırık tuğlaya iliştim. Çevresiyle irtibatını kesmiş, kendi iç dünyasındaki fırtınalarla kıyasıya bir kavgaya tutuşmuştu. Yanına otururken hafiften genzimden sesler çıkarmaya çalışmama rağmen fark etmedi. Belki farkındaydı ve '' git işine, bu halimle seni çekemem,, der gibi bir ruh hali içindeydi, bilemiyorum. Pes etmeye niyetim yoktu ve biraz daha sokuldum.

_ Merhaba delikanlı, biraz konuşabilir miyiz? Bu girişimim işe yaramış, uzun süredir sürdürdüğü hıçkırıklara ara vererek toparlanmaya başlamıştı. Çakmak çakmak gözleri ağlamaktan bitkin düşmüş olsa da, hala umut saçıyordu. İlk sorum yanıtsız kaldı ama vazgeçmeye niyetim yoktu. Hemen yeni bir hamleyle ikinci soruyu sordum.

_ Adın ne? Ürkek bir güvercin tedirginliğiyle, ağzında cılız bir ses tonlaması çıktı.

­ _ Muhammed.

_ Güzel bir isim. Sohbeti daha sıcak ve güven verici hale getirmek için elimi uzattım. Adımı söyleyerek konuşmaya başladık.

-Bir sorun mu var Muhammed. Sorum biter bitmez hıçkıra hıçkıra ağlayan o ürkek çocuk içindekileri kusmaya başladı. Yetersiz ama derdini anlatabilen Türkçesiyle burnunu çeke çeke hikâyesini anlattı. Muhammed 13-14 yaşında Suriyeli bir ailenin 4 çocuğundan en büyüğü. Babası ailesini Suriye'deki savaş cehenneminden kurtarmak için kendi topraklarını terk ederek onları Türkiye'ye getirmiş. Fakat aile için zor günler bundan sonra başlamış. Çünkü babanın Suriye de devam eden hastalığı doktorların her türlü müdahalesine rağmen iyileşme göstermemiş ve baba hayatını kaybetmiş. Böylece anne ile en büyüğü Muhammed olmak üzere 4 çocuk ortada kalıyor. Anne çalışmıyor ve evin tek yetişkin ferdi Muhammed olduğu için, bir şeyler yapma mecburiyeti ortaya çıkıyor. Muhammed her sabah erkenden evden çıkar, kalabalıkların yoğun olduğu yerlerde su, mendil ne bulursa satmaya çalışarak evine ekmek götürmeye çabalıyor. Yetmiyor ama bununla yaşamaya ve ailesini bir arada tutmak zorunda olduğu gerçeğini kabulleniyor. Anlattığına bakılırsa sığındıkları yer her tarafı yıkıntılarla çevrili derme çatma barakadan ibaret. Bütün hayatını dinledikten sonra neden ağladığını sordum. Başını kaldırdı ve suçlayıcı bir ifadeyle gözlerime odaklanarak.

  _ Amca ben kimseden bir şey dilenmiyorum. Bütün yaptığım akşam eve giderken şunları sattıktan sonra anneme ve kardeşlerime ekmek götürebilmek. Benim kime ne zararım var, söyler misin?

_ Durumunu takdir ediyor, seni anlından öpüyorum. Çok büyük bir fedakârlık ortaya koyuyor, ailene sahip çıkıyorsun. Bu yaptıkların için elbette kimsenin diyeceği hiçbir şey olmaz, olamaz… Sözümü tamamlar tamamlamaz o küçücük ama yüreği kocaman çocuk göz pınarları kurumadan nedenlerini sıraladı ve bazı insanlar tarafından her gün nasıl hakaretlere maruz kaldığını anlatmaya başladı. Pis Araplar diyenler, Kendi ülkenizi batırdınız, geldiniz ülkemizi de kirletiyorsunuz diyenler, def olun ve kendi pis ülkenize gidin diyenler… Yetmiyormuş gibi ağza alınmayacak küfürler savuranlar…

 Bir süre içim burularak çakmak gözlü kocaman yürekli Muhammedi dinledim. Ancak daha fazlasını kaldıramayacağıma kanaat getirerek kırık tuğladan kalktım ve poşetindekileri alarak onunla vedalaştık.

Muhammed örneğinde milyonlarca Suriyeli mülteci ülkemizde yaşıyor. Aslında bu onların asla kendi tercihleri değildi. Ülkelerinde mutlu ve aileleriyle öyle veya böyle bir hayatları vardı. Korkunç bir savaş ortamından kaçarak, sığınmak zorunda kaldıkları bir ülkede onur kırıcı davranışlara maruz kalmış olmaları kabul edilebilir bir durum olmadığı gibi, insani de değil.